7 Ocak 2013 Pazartesi

Doktora tezi bitince hayat devam ediyormuş

29 Mayıs'ta savunmamı, bölüm tarihinde çok az görülen kalabalık bir izleyici kitlesinin de (yaklaşık 30 kişi) katılımıyla tez jürime yaptım.  İnsanların ne yaptığımı merak ettiklerini biliyordum ama yine de bu kadar dinleyici beklemiyordum açıkçası. Herkes hem tezimi hem de sunumumu çok beğendi. Çok iyi bir iş yaparken onun iyi olduğunu gösterip anlatabilmek de önemli. İsteyince bunu yapabiliyormuşum demek ki. Jüri üyelirinden biri Boğaziçi Üniversitesi'ndendi. Onlarda tez savunmasını başarıyla geçen kişiye cübbe giydiriyorlarmış. Onun önerisiyle cübbe giydim ama hocam kendi profesör cübbesini giydirmekte ısrar etti ve doktor olduğum gün profesör cübbesini giymiş oldum. Zaten beni doçent olarak görmek kendisinin  en büyük arzularından biri. Bakalım ne zaman olacak? Ya da olacak mı?

Jüri ile birlikte
Temmuz itibiraiyle resmen doktor ünvanını aldım ama akademik hayatımda birşey değişti mi? Ben çok farketmedim açıkçası. Yine dersler, yine deneyler, yine bürokrasi... Ne zaman değişecek bilmiyorum. Ancak artık daha büyük düşünmenin zamanı geldiğini anladım bu geçen zaman zarfında. Daha yeni hedeflere daha yeni şeyler yaparak ulaşmaya çalışmak gerekiyor artık.

Bu arada tezimde geçen sözcüklerden, yeralma miktarlarına göre oluşturulmuş sözcük bulutu da aşağıda.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Anahtarı evde unutunca

Bugün anahtarımı evde unuttum. Daha doğrusu evden cıkarken evin anahtarı yerine labın anahtarını almışım. Evden çıktım, kapıyı çektim, elimi cebime atıp anahtarı çıkardım ve başımdan kaynar sular boşaldı. Elimde anahtarlar, karşımda duvar gibi kapı öyle kalakaldım. Bu kadar yıkılmamın nedeni halihazırda Napoli'de kimse olmaması. Ağustos ayı boyunca tüm halkının tatil yaptığı tek ülke olan İtalya'da tanıdığım herkes tatilde. Önce ev arkadaşımı aradım. İsviçre'deymiş... Ailesi de Puglia'da tatildeymiş. Oradan anahtar alabilme ihtimalim sıfırlandı. Ev sahibi zaten Haziran başından beri Yunanistan'da. Ev sahibini annesini aradım. O da ağdalı İtalyanca'sıyla Napoli'de olmadığını ve zaten kendisinde de anahtar olmadığını 10 dakikada anlattı (En azından ben 10 dakikada ancak anladım). Zaten kapıcı da Ağustos başından beri tatilde. Ne yapsam diye düşünürken etrafa soruştrmaya başladım. Arada alışveriş yaptığım markete ve dondurmacıya ne yapsam diye sordum. Onların da hiçbir fikri yoktu. Çilingir gibi bir şey soruyorum. Haberleri yok. En sonunda marketteki eleman itfaiyeyi aramamı söyledi. Önce çekindim. Sonra ev arkadaşım ne yaptığımı sormak için arayıp aynı şeyi söyleyince aramaya karar verdim. Biraz zor da olsa anlaştık. Böyle bir duruma gayet alışkınmış gibi duruyorlardı. Sonra teyit için aradılar teyitleştik. 20 dakika sonra ortalığı inleten sireniyle bir tane itfaiye aracı geldi (İtalya'da sireni olan bir araç yanınzdan geçince geçici sağırlık yaşıyorsunuz). Abilerle tanıştık. "Tamam hallederiz" dediler. "Sen hiç merak etme (non ti preoccupare)" deyince ben biraz gerildim. Çünkü bir İtalyan bugüne kadar ne zaman bana bunu dese o iş öyle dediği gibi kolay hallolmadı. Nitekim gelenek değişmedi. Ellerindeki X-ray filmiyle 30 dakikalık kapı açma uğraşı sonuç vermedi ve pencereden girilmesine karar verildi. 20 dakikalık bir süre de uygun merdivenli itfaiye aracının beklenmesi ile geçti. Bu arada ilk itfaiye aracını ve İtalyan tulumbacıları (pompiere) görenler etrafa toplanmaya başladılar. Bizim marketle dondurmacı milleti bilgilendirmekte gecikmedi. Sonra yine ortalığı inleten sireniyle merdivenli itfaiye geldi. İtfaiyenin yanaşması, sabitleyici ayaklarının açılması, merdivein çıkması yine nereden baksan 20 dakika aldı. Bu 20 dakika içerisinde etrafımızdaki kalabalık epey artmıştı. Bizdeki gibi millet tiyatro izler gibi izliyordu olan biteni. Bense gülsem mi ağlasam mı bilemeden anlamsızca sırıtarak ortalıkta dolaşıyor, ne olmuş burada sorularını önemli birşey yok diyerek geçiştiriyordum.

                                                                            

Resimlerden görüldüğü gibi mutfak penceresinden iki abi içeri girdi. Ben yukarı çıktım ve kapıyı açtılar. Garip ve komik bu tecrübe sonrası balkonumdan itfaiyeye el sallayarak onları uğurladım.

                                

15 Temmuz 2011 Cuma

Rüya

Dün gece çok garip bir rüya gördüm. Rüyamda böbreklerimden biri alınıyordu. Ameliyatı yapacak doktor da bizim laboratuvara cihaz aldığımız firmalardan birinin sahibiydi. Onun yardımcısı ise ben İtalya'ya gelmeden önce -ki üzerinden yedi ay geçti- alacağımız bir cihaz ile ilgili olarak sürekli temasta bulunduğumuz firma çalışanlarından biriydi. Rüyamda ameliyattan önce tedirgin oluyorum. Bak kendisi yapmayacak yamağına bırakacak ameliyatı diyorum. Hoş kendisi yapsa ne olacak, adam kimya mühendisi! Neyse rüya bu ya kendimi ameliyat olurken görüyorum. Gerçekten de yamağına bırakıyor ameliyatı. Benim böbreklerden birini alıyorlar ve kapatıyorlar. Sonra uyandım ama inanilmaz bir ağrıyla. Neredeyse patlayacağım. Kendimi zor attım tuvalete.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Telefonun zili

Telefonun zilinin sevdiğin bir dizinin jenerik müziği olması her zaman iyi olmuyormuş. Benim telefonumun zili de Fringe'in jenerik müziği. Malum 5 aydır (O değil de dün itibariyle tam 5 ay oldu) Napoli'deyim. Dolayısyla telefonum pek az çalıyor burada. 
Ne zaman kulaklığı takıp bilgisayarda Fringe izlesem başlangıç sahnesinden sonra gelen jenerik ile bir anda içimden birşeyler kopuyor, hemen gözüm telefonu arıyor. Tabii sonu hayal kırıklığı. Neyse dizi sezon arası verdi de şimdilik bu histen kurtuldum.

Meraklısı için notlar:

Bak ya ne zamandır hissetmemiştim. Şimdi bağlantıyı eklerken çalmaya başlayınca yine gözüm telefona gitti...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Devr-i Alem

24 Aralık 2010 - 4 Ocak 2011 arasındaki 10 günlük zamanda yaklaşık 22.200 km'lik bir yolculuk yaptım. Önce İstanbul-New York sonra da New York-Bozeman (MT) gidişleri ve dönüşleri bu hesaba dahil.
24 Aralık'ta İstanbul'dan sabah havalanan uçak saat farkının verdiği avantajla New York'a daha hava kararmadan indi. THY ile yolculuk yaptım ve çok memnun kaldım. Koltuklar çok rahat. Uzun boyluların da (benim gibi) çok fazla rahatsız olmayacakları aralıklara sahipler. Servis cok iyi. 9 saatlik yolculugun yarısı yemek yiyerek geçtiği için belki de çabucak iniverdik New York'a. JFK'da kuzenim ile buluştuk ve onun evine gittik. Oradan da New York Penn Station'a geçtik. Penn Station'ın merdivenleri cok kavuşma görmüştür herhalde. Bir tanesine daha şahit oldu. Tabii onun için sadece bir tane dahaydı ama bizim hayatımızın en mutlu anlarından biriydi...
New York ile ilgili söylenecek çok şey var. 4 gün New York gibi büyük bir şehir için çok kısa belki ama yine de biz kar, kış, kıyamet demeden dolaştık epey. New York için olağan olan kar fırtınalarından birine yakalandık orada kaldığımız süre boyunca. Yağan karın miktarını öğrenmek için aşağıdaki fotoğrafa bakabilirsiniz.


Resmi verilere göre Central Park'ta kar kalınlığı 51 cm'ye ulaşmış. Bir de rüzgar var ki soğuğu daha soğuk hissettiriyor. 
Neyse ki ilk gün hava çok kötü değildi de Özgürlük Anıtı'nı yakından görebildik. Tabii burada bir çakallık yaptık. Özgürlük Anıtı'nın bulundugu adaya degil de Staten Island'a gittik. Staten Island Özgurluk Anıtı'nın üzerinde bulunduğu ada değil ama oraya giden feribot Özgürlük Anıtı'nın çok yakınından geçiyor ve bedava. Hem Özgurluk Anıtı'nı yakından görmüş olduk hem de bu geziyi beleş yaptik :)


Havanın güzel olmasını fırsat bilerek ilk gün güzel bür Manhattan turu da yaptık. Ground Zero ve Wall Street itina ile görüldü. Manhattan'da gerçekten çok güzel kiliseler var. Avrupadakiler kadar eski değiller ama gerçekten güzeller. Trinity Kilisesi bunlardan biri.

Kilisenin içindeki basilicalardan biri
Tabii geceyi Times Meydanı'nda bitirmesek olmazdı.


Ertesi gün kar kendini hissettirdi. Bir önceki gece internetten kendilerine okuduğum kar uyarılarını gülerek karşılayan arkadaşlar yağan kar karşısında kalakaldılar... Kar ve rüzgar ile beraber Central Park'ı gezdik ve eve kaçtık. Tüm gün ve tüm gece aralıksız yağan kar ertesi sabah durdu. Bu arada bütün uçak seferleri iptal olduğu için bizi de ufaktan bir korku aldı. Uçak ile beraber metro dahil tüm ulaşım araçları durmuştu. Sabah kahvaltısında artık günü evde geçireceğimizi düşünürken metronun çalıştığı haberini aldık ve hemen kendimizi dışarı attık. Sonra da Empire State Building'in en tepesine çıktık.

Dün sana bir gökdelenin tepesinden baktım New York
Sonraki gün artık gezecek vaktimiz yoktu. Bir an evvel New Jersey'e havaalanına gitmemiz gerekiyordu. Uçak kalkacak mı kalkmayacak mı düşünceleri içerisinde zorla taksi bulduk. Taksi şöförü o kadar iğrenç birşey yiyordu ki midemiz kalktı Penn Station'a gidene kadar. Bir de adam bizimle pazarlık yaptı bu havada taksi bulamazsınız 10 dolar fazla alırım diye. Ona da tamam dedik mecburen. Toplam 31 dolar tuttu. Adama 40 dolar verdim. 1 dolar daha istedi benden...
Penn Station'dan trene bindik ve 30 dakika sonra Newark Havaalanı'ndaydık. Hiç beklenmedik şekilde ne uçuş saatimizde ne de bavullarımızda problem çıktı. Zamanında kalkan az uçaktan biriydi bizimkisi ve Minneapolis aktarmalı olarak Bozeman'a sorunsuz vardık.
New York ile ilgili kısa notlar:
  • Metro ağı muazzam büyüklükte ama bir o kadar da pis ve belli bölgeleri tehlikeli.
  • Metroyu öğrenmek zor değil. Amerika'daki pekçok şey gibi basit bir mantıkla kurulmuş. Örneğin kuzenim kapmış mantığı. Bir yerden bir yere daha hızlı gitmenin yollarını söyleyince Amerikalıların ağzı açık kalıyormuş. Adamlar mota mot yaşıyorlar tabii.
  • Gece hayatı ve lokantalar hakkında pek birşey göremedim. O da bir dahaki sefere artık.
  • Metrolarda insanlar sürekli birşey okuyorlar. Birçok kişi iPad ya da Kindle kullanıyor.
  • Genelde insanların tavır ve duruşları çok mutsuz. Ben İstanbul'daki insanları suratsız bulurdum ama New Yorktakiler daha suratsız. Tabii hayat çok daha zor.


Bozeman, Montana Eyaleti'nin 4. büyük şehri. Deniz seviyesinden yüksekliği yaklaşık 1.500 m ve 45 derece kuzey paraleli civarında. İstanbul 41 derece kuzey paraleli civarında olduğuna göre şehir yaklaşık olarak İstanbul'un 450 km kuzeyinde kalıyor. Bozeman Montana State University'e ev sahipliği yapıyor. Nüfus çok fazla değil ama çok geniş alana kurulduğu için şehirde mesafeler fazla ama şehir merkezi 5 ana caddeden oluşuyor.
İndiğimizde kar yoktu ve hava New York'a göre çok daha yumuşaktı. Sıcaklık daha düşüktü belki de ama nem olmadığı için New York'taki kadar üşümedik (Sadece ilk gün tabii). Eve geldiğimizde büyük bir oh çektik. Epey endişelenmiştik hava alanlarında sürüneceğiz diye ama korktuğumuz başımıza gelmedi neyse ki. Ama valizleri açtığımızda bir süprizle karşılaştık. Valizlerden biri açılıp ne var diye bakılmıştı. Bir de not bırakmışlar "Bizim Homeland Security olarak bakmaya hakkımız var." yazıyordu. Neyse ki eksik gedik, kırık dökük birşey yoktu.
Hayatımda gördüğüm en düşük sıcaklığı gördüm burada -17 derece.

Soğuk öyle bir soğuk ki nefes alırken burununuzun içi donuyor. Resmen bıyıklarımın üzerinde buz sarkıtları oluştu sokakta dolaşırken. 
Bir öğle yemeğini MacKenzie River Pizza'da yedik. Pizzası lezzetli ama  beni asıl vuran biraları oldu. Menüde 20'den fazla çeşit bira var ve çoğu kendi yapımları. 
Yılbaşı akşamı ise Montana Ale Works adlı bir et lokantasındaydık. Çok güzel bir lokantaydı. Şansımıza iyi bir yerde oturduk. Benim inadım yüzünden yemek tercihlerini mükemmel yapamadık ama yine de karnımız aç kalmadı. Oradan çıkınca hadi yılbaşı akşamı bir bara gidelim dedik ve Bar 9 diye bir yere girdik. Yaş ortalaması 20 civarındayıdı. Acayip cıstak bir müzik eşliğinde sahnedeki çiftler artık öpüşmenin yavaş yavaş ötesine geçmeye başlamışlardı. Ne zaman sevişmeye başlayacaklar diye biraz bekledik ama kayıtlara geçmeyi gerektirecek mühim bir vukaat yaşanmadı. Biz de orası için fazla yaşlı olduğumuza karar verip ayrıldık. Tam eve gidiyorduk ki arkadaşlar aradı ve onlar ile birlikte bir jazz bara gittik. Güzel müzik eşliğinde şaraplarımızı yudumladıktan sonra evin yolunu tuttuk.
Tabii oralara kadar gitmişken Yellowstone'a gitmemek olmazdı. Oraya da gittik. Çoğu bölümü kar nedeniyle kapalıydı ama yine de güzel bir tur eşliğinde bizondan geyiğe, kuştan çakala epey bir canlıyla tanışma fırsatı edindik :)
Yalnız kalmak isteyen bizon
Bizonlar epey alışmışlar etraflarında araba dolaşmasına pek ses etmiyorlar. Onlara dokunabilecek uzaklıktan geçebiliyorsunuz. Tabii donmaya çalışmak pek yemez çünkü adamı görünce korkuyorsunuz. Bir de park girişinde bir harita ile birlikte uyarı listesi veriyorlar. Orada "bizonların insandan hızlı koştuğunu biliyor musunuz?" yazıyor. Parkta gezerken bir gözlemci grubuna rastladık. Yanlarına gidip ne yaptıklarını sorduğumuzda karşı tepelerde çakal gözlemlediklerini söylediler. Onları gördüğümüzde saat 3 civarındaydı ve sabahtan beri orada o soğukta duruyorlarmış ama henüz birşey görememişler.

Çakal gözlemi yapılan tepe
İşin garip tarafı artık hava kararmaya yüz tutmuşken biz çakalla karşılaştık.

Son Bozeman gecesini rakı sofrasında sonlandırdık. Ertesi sabah erkenden New York'a döndüm.

Bozeman ile ilgili kısa notlar:
  • Filmlerde gördüğümüz tipik küçük Amerikan kasabası. Müstakil, bahçeli evler, geniş sokaklar ve kocaman kamyonetler her yerde.
  • Çok ucuz. New York ile kıyas götürmez.
  • Birkaç alışveriş merkezi var ama gitmek için araç lazım.
  • Eskiden şehir içinde otobüs yokmuş. Yeni çalışmaya başlamış. Ücretsiz. 4 farklı hat var. Yarım saatte bir ring yapıyorlar.
  • Herkes birbirine karşı çok güler yüzlü ve saygılı. New York'un negatif havasından sonra cennet gibi.
  • Görülmesi gereken en önemli yer Yellowstone. Oraya da ya arabayla ya da tur şirketiyle gitmek gerekiyor.
  • Doğal hayat sporları için ideal bir yermiş. Kışın kayak, yazın balıkçılık yapılıyormuş. Macera ruhu taşıyanlar için cennet yani.
  • Gidip gelmek meşakkatli. Her yerden direkt uçuş yok. Aktarma gerekiyor.
New York'ta kuzenimde bir gece daha kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm. Rüzgar gibi geçti 10 gün. Döndüğümde jetlag bile olmadım. Yani bu yolculuktan elimde hasretten gayrı birşey kalmadı... 

6 Mart 2011 Pazar

Isik icinde yat Giovanni

Uzun zamandir yazmiyordum. Aslinda o kadar cok sey birikmisti ki yazacak. Bir haftada alinan binlerce kilometre yol, ikinci Italya seferinin baslangici, ilk aylari.... Megerse oncelik bir olmu yazmaktaymis.
Insanin kani birisine ne kadar cabuk isinabilir ki? Giovanni'yi gordugunuz anda ona kaniniz isinirdi. Onunla topu topu bir hafta calistik. Bir haftamiz balik akvaryumuyla mikroskop arasinda gecti. Onu yakin bir dostum kadar sevdim bu bir hafta icerisinde. Sonra ne oldu? Oluverdi bir gecede. Megerse losemiymis. Bir aksamustu ateslendi. O gece oldu, geriye sadece mutlu bir adam yuzu birakarak.
Bu olum bana cok sey dusundurttu! Onunla calistigimiz sure zarfinda zaman zaman garipsedim onu. Ciddiyetsiz buldum, konsantrasyonunu eksik buldum, ilgisiz buldum. Konusunda cok bilgiliydi ama  yeterince kendini vermiyordu isine. Simdi oldu gitti iste. Artik isine verecek bir kendi bile yok. Bu kadar mi ciddi olmali bu hayatta? Bu kadar mi soludugun havaya kendini kaptirmali? Bazen nefesini tutup dusunmek gerekiyor. Neden? Cok sukur ki sikca dusunuyorum bunu. Yalniz artik kendime verdigim cevap beni tatmin etmemeye basladi. Zaten iki aydir uzakta olmanin getirdigi hasretlik bu haberle yerini, herseyi birakip sadece sevdiklerimle beraber kucuk, sadece bizi ilgilendiren ve sadece bizim ilgilendigimiz bir hayat yasama istegine birakti.
Ah be Giovanni! Ubuntu paneline ekledigim kucuk balik animasyonunu gosterecektim daha sana...

2 Aralık 2010 Perşembe

Zeytin

Bayram tatilinde Foça'da annem ile babamın yanındaydım. Tam zeytin çırpma/sıyırma mevsiminde olduğumuz için onların işleri son zamanlarda epey yoğundu. Bayram öncesi telefon konulmalarımızda bütün hepsini bitirmeyin demiştik ablamla beraber. Onlar da sözümüze itibar etmişler. Bırakmışlar 100 yaşından büyük koca ağaçları bize.
Bu  vesileyle 4 günüm yukarıdaki ve benzeri zeytin ağaçlarının tepesinde geçti. O 4 gün boyunca birkaç düşme tehlikesi atlattım, ağaç dallarına dayanmaktan bacaklarım morardı, yerden zeytin toplarken ellerimi ısırganlar dağladı, dalların arasına saklanmış sivrisinekler kıyafetlerimin üzerinden yedi bütün vücudumu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen hayatımın en huzurlu en tatminkar günleri arasında hiç düşünmeden sayabileceğim günleri geçirdim o tarlada. Toprağın insanı nasıl olgunlaştırdışını, vakarlı ve sabırlı yaptığını anladım. Üretime doğrudan katkıda bulunmanın, ekolojik döngülerin göbeğinde yer almanın hazzını yaşadım. Hayatımın bedenen en yorucu, ruhen en dinlendirici tatiliydi.

Herşey bir yana zeytin çrpmak/sıyırmak da zevkli bir işmiş. Artık eskiden yapıldığı gibi sopalarla ağaçlara vurulmuyor. Ya elle ya da geniş aralıklı ve uzun dişlere sahip tarak adı verilen plastik bir aletle dallara zarar vermemeye çalışılarak zeytin sıyrılıyor. En zor iş yerden dökülenleri toplamak. Eğilsen eğilinmiyor, çömelsen çömelinmiyor, yere otursan etkin olmuyor. Zeytini sıyırmadan önce üzerine dökülsün diye yere örtü seriliyor ama önceden kendi kendine dökülenleri yerden toplamak gerekiyor yine de. Eğer yağlık zeytin sıyrılıyorsa zeytinin şekline şemaline dikkat etmeden ne varsa alınıyor. Sıyrılan zeytinin ağırlıkça 7'de ya da 6'da biri kadar yağ çıkıyor. Dolayısıyla yemeklik zeytin toplamak daha karlı ama daha meşakkatli tabii. Yemeklik zeytin bir kere büyük olmalı, siyah zeytin yapılacaksa kapkara olmalı, üzerinde hiç morluk olmamalı. Yeşil zeytin yapılacaksa yemyeşil olmalı, üzerinde hiç kızarıklık olmamalı. Dolayısıyla doğru zeytinler ağaçtan tek tek seçilip toplanıyor.

Zeytinin yapılması bambaşka iş tabii. Onu da öğrenince yazacağım.

Kıssadan Hisse

  • Zeytin tek tek toplanıyor. Bir tanesini bile ziyan etme.
  • Dallar çok kırılgan. Kırarsan fazla üzülme. Demirel'in "Benim köylüm zeytin ağacı gibidir. Sen ne kadar budarsan o, o kadar verir" sözünü hatırla. Ama yine de abartma.
  • Demirel'in sözü köylü için geçerli değil.
  • Zeytin zamanı yağmur yağıp kırağı olmuyorsa otlar bitmeden dökülen zeytinleri topla. Sonra zeytinleri otların arasından ayıklamak zorunda kalırsın. Ellerini ısırganlar dağlar.
  • Yere dökülen zeytinlerin üzerine basma. Onlar yağı çıkarılmak için ezilecek tabii. Ama yağhanede.


NOT: 2 haftadır blogla doğru düzgün ilgilenemiyorum. Deftere yazdıklarımı bile ancak geçebiliyorum. Bu arada bir mim furyası esmiş. 2 tane mimim var. Aklımda. Yakında yazacağım.

12 Ekim 2010 Salı

Gök Taşı 2

Dün yazdığım gök taşı sorunsuz bir biçimde geçti. Patrick Wiggins adlı bir amatör astronom 36 cm'lik bir teleskop ve astronomik bir dijital kamera ile görüntüsünü çekmiş.



2029 yılında aynı yakınlıktan 250 m çapında başka bir gök taşının geçmesi bekleniyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gök Taşı

Takip ettiğim bloglardan birinde yaklaşık 10 m çapındaki bir gök taşının Dünya'ya yarın 46.000 km kadar yaklaşacağı ile ilgili bir yazıyı okuduktan sonra acaba ben de görebilirmiyim diye NASA ve çeşitli asrofizik sayfalarını karıştırıyordum. Sonrasında öyle bir bilgiye rastladım ki yarınki gök taşını filan unuttum gitti. Aşağıdaki linkte Dünya'nın yörüngesi ile yörüngeleri kesişen ve Güneş'in etrafında dönen gök taşlarının bir listesi var. Linkte çarpma riski olan 1150 gök taşı listelenmiş durumda. Her birine tıkladığında bir Java programı açılıyor ve gün gün Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve ilgili gök taşının yörüngelerinde nerede yeraldıklarını 3 boyutlu olarak görebiliyorsun. Hangisi hangi gün ne kadar yaklaşacak ve o gök taşının boyutu, ilk gözlem tarihi, son gözlem tarihi, yörüngesini ne kadar zamanda tamamladığı vb. çeşitli bilgiler var.

http://neo.jpl.nasa.gov/orbits/

Şimdi bizim yarınki ufaklığa geri dönelim. Gezegenlerin ve gök taşının yarınki konumları aşağıda.





Bizimki ile dünya üstüste gözüküyor. Türkiye saati ile 15:25'te en yakın geçişini yapacak. Türkiye'den gözükbilecek mi tam olarak bilmiyorum ama eğer Ay kadar güneşi yansıtabilme kapasitesine sahipse Ay'ın dolunay zamanındaki parlaklığından 26 kat daha sönük olacakmış. Bu da amatör bir teleskop ya da iyi bir fotoğraf makinesi ile gözlemlenebilecek olduğunu göstermekteymiş.

Bu arada evham yapmaya gerek yok. Atmosfere girme riski milyonda 1. Girse bile Dünya'ya çarpmadan parçalanıp gitmesi öngörülüyor.


Aşağıdaki linkte de yakın geçmişte Dünya'ya yaklaşmış ve yakın gelecekte Dünya'ya yaklaşacak gök taşlarının listeleri ve yörünge şemaları var.

http://neo.jpl.nasa.gov/neo/close.html

8 Ekim 2010 Cuma

Dünyanın En Yüzeysel İnsanı 2


Bugün böyle bir diyolağa kulak misafiri oldum.
Dünyanın En Yüzeysel İnsanı: Bu akşam maç varmış öyle mi?
Kurban: Evet abi. 21:45’te.
DEYİ: Kim ile oynuyoruz.
K: Almanya abi. Zor maç olacak.
DEYİ: Yaa. Bu arada kim var Milli Takım’ın başında şimdi.
K: Hiddinkvar abi. Hani bir ara Fenerbahçe’nin teknik direktörlüğünü yapmıştı.
DEYİ: A o mu? Hah Türkiye’de antrenör mü kalmamış da onu antrenör yapmışlar...
İşte size her konuda fikri olan insanlardan biri.