2 Aralık 2010 Perşembe

Zeytin

Bayram tatilinde Foça'da annem ile babamın yanındaydım. Tam zeytin çırpma/sıyırma mevsiminde olduğumuz için onların işleri son zamanlarda epey yoğundu. Bayram öncesi telefon konulmalarımızda bütün hepsini bitirmeyin demiştik ablamla beraber. Onlar da sözümüze itibar etmişler. Bırakmışlar 100 yaşından büyük koca ağaçları bize.
Bu  vesileyle 4 günüm yukarıdaki ve benzeri zeytin ağaçlarının tepesinde geçti. O 4 gün boyunca birkaç düşme tehlikesi atlattım, ağaç dallarına dayanmaktan bacaklarım morardı, yerden zeytin toplarken ellerimi ısırganlar dağladı, dalların arasına saklanmış sivrisinekler kıyafetlerimin üzerinden yedi bütün vücudumu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen hayatımın en huzurlu en tatminkar günleri arasında hiç düşünmeden sayabileceğim günleri geçirdim o tarlada. Toprağın insanı nasıl olgunlaştırdışını, vakarlı ve sabırlı yaptığını anladım. Üretime doğrudan katkıda bulunmanın, ekolojik döngülerin göbeğinde yer almanın hazzını yaşadım. Hayatımın bedenen en yorucu, ruhen en dinlendirici tatiliydi.

Herşey bir yana zeytin çrpmak/sıyırmak da zevkli bir işmiş. Artık eskiden yapıldığı gibi sopalarla ağaçlara vurulmuyor. Ya elle ya da geniş aralıklı ve uzun dişlere sahip tarak adı verilen plastik bir aletle dallara zarar vermemeye çalışılarak zeytin sıyrılıyor. En zor iş yerden dökülenleri toplamak. Eğilsen eğilinmiyor, çömelsen çömelinmiyor, yere otursan etkin olmuyor. Zeytini sıyırmadan önce üzerine dökülsün diye yere örtü seriliyor ama önceden kendi kendine dökülenleri yerden toplamak gerekiyor yine de. Eğer yağlık zeytin sıyrılıyorsa zeytinin şekline şemaline dikkat etmeden ne varsa alınıyor. Sıyrılan zeytinin ağırlıkça 7'de ya da 6'da biri kadar yağ çıkıyor. Dolayısıyla yemeklik zeytin toplamak daha karlı ama daha meşakkatli tabii. Yemeklik zeytin bir kere büyük olmalı, siyah zeytin yapılacaksa kapkara olmalı, üzerinde hiç morluk olmamalı. Yeşil zeytin yapılacaksa yemyeşil olmalı, üzerinde hiç kızarıklık olmamalı. Dolayısıyla doğru zeytinler ağaçtan tek tek seçilip toplanıyor.

Zeytinin yapılması bambaşka iş tabii. Onu da öğrenince yazacağım.

Kıssadan Hisse

  • Zeytin tek tek toplanıyor. Bir tanesini bile ziyan etme.
  • Dallar çok kırılgan. Kırarsan fazla üzülme. Demirel'in "Benim köylüm zeytin ağacı gibidir. Sen ne kadar budarsan o, o kadar verir" sözünü hatırla. Ama yine de abartma.
  • Demirel'in sözü köylü için geçerli değil.
  • Zeytin zamanı yağmur yağıp kırağı olmuyorsa otlar bitmeden dökülen zeytinleri topla. Sonra zeytinleri otların arasından ayıklamak zorunda kalırsın. Ellerini ısırganlar dağlar.
  • Yere dökülen zeytinlerin üzerine basma. Onlar yağı çıkarılmak için ezilecek tabii. Ama yağhanede.


NOT: 2 haftadır blogla doğru düzgün ilgilenemiyorum. Deftere yazdıklarımı bile ancak geçebiliyorum. Bu arada bir mim furyası esmiş. 2 tane mimim var. Aklımda. Yakında yazacağım.

12 Ekim 2010 Salı

Gök Taşı 2

Dün yazdığım gök taşı sorunsuz bir biçimde geçti. Patrick Wiggins adlı bir amatör astronom 36 cm'lik bir teleskop ve astronomik bir dijital kamera ile görüntüsünü çekmiş.



2029 yılında aynı yakınlıktan 250 m çapında başka bir gök taşının geçmesi bekleniyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gök Taşı

Takip ettiğim bloglardan birinde yaklaşık 10 m çapındaki bir gök taşının Dünya'ya yarın 46.000 km kadar yaklaşacağı ile ilgili bir yazıyı okuduktan sonra acaba ben de görebilirmiyim diye NASA ve çeşitli asrofizik sayfalarını karıştırıyordum. Sonrasında öyle bir bilgiye rastladım ki yarınki gök taşını filan unuttum gitti. Aşağıdaki linkte Dünya'nın yörüngesi ile yörüngeleri kesişen ve Güneş'in etrafında dönen gök taşlarının bir listesi var. Linkte çarpma riski olan 1150 gök taşı listelenmiş durumda. Her birine tıkladığında bir Java programı açılıyor ve gün gün Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve ilgili gök taşının yörüngelerinde nerede yeraldıklarını 3 boyutlu olarak görebiliyorsun. Hangisi hangi gün ne kadar yaklaşacak ve o gök taşının boyutu, ilk gözlem tarihi, son gözlem tarihi, yörüngesini ne kadar zamanda tamamladığı vb. çeşitli bilgiler var.

http://neo.jpl.nasa.gov/orbits/

Şimdi bizim yarınki ufaklığa geri dönelim. Gezegenlerin ve gök taşının yarınki konumları aşağıda.





Bizimki ile dünya üstüste gözüküyor. Türkiye saati ile 15:25'te en yakın geçişini yapacak. Türkiye'den gözükbilecek mi tam olarak bilmiyorum ama eğer Ay kadar güneşi yansıtabilme kapasitesine sahipse Ay'ın dolunay zamanındaki parlaklığından 26 kat daha sönük olacakmış. Bu da amatör bir teleskop ya da iyi bir fotoğraf makinesi ile gözlemlenebilecek olduğunu göstermekteymiş.

Bu arada evham yapmaya gerek yok. Atmosfere girme riski milyonda 1. Girse bile Dünya'ya çarpmadan parçalanıp gitmesi öngörülüyor.


Aşağıdaki linkte de yakın geçmişte Dünya'ya yaklaşmış ve yakın gelecekte Dünya'ya yaklaşacak gök taşlarının listeleri ve yörünge şemaları var.

http://neo.jpl.nasa.gov/neo/close.html

8 Ekim 2010 Cuma

Dünyanın En Yüzeysel İnsanı 2


Bugün böyle bir diyolağa kulak misafiri oldum.
Dünyanın En Yüzeysel İnsanı: Bu akşam maç varmış öyle mi?
Kurban: Evet abi. 21:45’te.
DEYİ: Kim ile oynuyoruz.
K: Almanya abi. Zor maç olacak.
DEYİ: Yaa. Bu arada kim var Milli Takım’ın başında şimdi.
K: Hiddinkvar abi. Hani bir ara Fenerbahçe’nin teknik direktörlüğünü yapmıştı.
DEYİ: A o mu? Hah Türkiye’de antrenör mü kalmamış da onu antrenör yapmışlar...
İşte size her konuda fikri olan insanlardan biri.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Güzel Bir Hafta Sonu Kahvaltısı

Evren aklıma düşürmeseydi ufak tefek birşeyler ile geçiştirecektim. Onun sayesinde güzel bir haftasonu kahvaltısından kalkmış bulunmaktayım. Benim de ufak modifikasyonlarım oldu Cafe Fernando'da ve Evren'de verilen tariflere. Öncelikle bir yumurtalı bir de yumurtasız versiyonunu küçük güveçlerde yaptım. Her ikisinde de göçmen usulü patlıcanlı domates salçası kullandım. Yumurtalı olan neredeyse Cafe Fernando'da anlatılanın aynısı. Sadece sonradan dereotu ekledim (ablamın akıl vermesiyle). Yumurtasız olanda ise kırmızı ve yeşil biber ile domates var pastırmanın üzerinde. E tabii böyle bir tarif peynirsiz olamazdı :) Yanında dereotlu söğüş domates ve çay ile inanılmaz keyifli bir kahvaltıydı. İşte fotoğrafları:



20 Eylül 2010 Pazartesi

The New York Trilogy

Günümüzde İngilizce yazan yazarların kitaplarını orijinal dilinden okuma kararı almıştım birkaç yıl önce. Öncelikli hedefim bizim hergün kullandığımız İngilizce’nin sıkıcı ve monoton bilimsel jargonundan biraz olsun sıyrılıp günlük yaşamda konuşulan ve dolayısıyla yaşayan vedevinen halinin tadını çıkarmaktı. Bu kararı aldıktan sonraki zamanda da bu hedefime varabildiğimi düşünüyorum. Gerçekten, farklı bir kültürün çağdaş yazın ürünlerini takip ederek onun tadına varılabiliyor. Hatta Paul Auster’den sonra Nick Hornby’i ouduğunuz zaman aynı dili konuşan iki farklı toplumun arasında nasıl farklılıklar var çok iyi görebiliyorsunuz. Farklı kültürlerin tadına varabilmek adına benim bulabildiğim tek yöntem şimdilik bu. Farklı bir şey bilen varsa beri gelsin. Burada yazacağım kitaplarda da çağdaş İngiliz ve Amerikalı yazarların kitapları hep İngilizce okunmuş  olacak bilginize.
Paul Auster’in Book of Illusions ve Leviathan’dan sonra okuduğum üçüncü kitabı The New York Trilogy. Adından anlaşılabileceği üzere üç öyküden oluşuyor kitap. Bütün öyküler klasik Paul Auster tekniğiyle yazılmış. Yani temel bir öykü var ve bu öyküyü oluşturan, tamamlayan ve bu öyküye renk katan alt öykücükler bir nehir ve dalları gibi ayrı ayrı noktalardan doğuyor, birleşiyor ve tek bir noktada bitiyorlar. Bu tarz ayrı bir güzellik katıyor Paul Auster’in romanlarına. Bu yüzden midir bilinmez Orhan Pamuk ile Paul Auster’in tarzlarını hep birbirlerine benzetmişimdir.
The New York Trilogy, kaçmanın, kovalamanın, ayrılğın ve birleşmenin kitabı olmuş. Ana karakterlerin belirli bir içgüdü ve dürtü uğrunu bütün herşeyden vazgeçtiklerini görüyor onları bu gözü karalığa iten dürtülerin ne olduğunu anlamak için onların koşuşturmacalarına kendinizi katıyor ve kaptırıyorsunuz. Kitaptaki en çok beğendiğim öykü son öykü olan “The Locked Room”. Sanırım daha fazla karakter tahlili yapıldığı ve dolayısıyla nehrin kolları daha fazla olduğu için onu daha çok beğendim.
Son öyküden altını çizdiklerim:
“undeniable odor of nothingness”  sf. 299.
Sizi bilmem ama bana o havada kalmışlığı, çeksen uzamayan, itsen kısalmayan bir türlü tanımlayamadığımız boşluk hissini inanılmaz derecede iyi anlattı. Ya o anlarda hakikaten farklı bir koku oluyor ya da bu söz sonrası öyle bir koku olduğu düşüncesi bende uyandı. Her iki durumda da son derece etkili.
 “in the end, each life is no more the sum of contingent facts, a chronicle of chance intersections, of flukes, of random events that divulge nothing but their own lack of purpose.” Sf. 217.
“the stories are divorced from any context , which gives them a floating, disembodied quality” sf. 274.
Zaten burada öykü kurma tarzını birer cümle ile öykünün içerisine saklamış :)
Sonuç olarak gerek edebi açıdan gerekse kurgulama açısından çok beğendim. Başyapıt mıdır? Bilemem ona da eleştirmen karar versin.
(Okuduğum kitap faber and faber yayın evi tarafından 1999 yılında basılmış.)

Jargon

1990 doğumlu kuzenimden iki adet yeni deyim öğrendim. Birisi "atarlı giderli olmak". Limoni ya da kavgalı anlamına geliyormuş. Diğeri de "atar yapmak". Kızmak ve trip atmak anlamlarına geliyormuş. Benim ilk kez duyduğum deyimler bunlar. Her neslin farklı bir jargonu olduğunun bir göstergesi.

Argo sen ne güzel bir şeysin :)

13 Eylül 2010 Pazartesi

Tatil Sonrası

Yıllar sonra yaptığım en uzun tatil olan 2 haftalık tatilin ardından bu sabah büyük bir rehavet çökmüştü üzerime. Ne yataktan kalkmak istedim ne de evden çıkmak. Bir türlü okula gitmek, işleri tekrar rutine sokmak gelmiyordu içimden. Sabah erken kalkmadım bunun üzerine. Zorla evden çıktım öğle vakti. Yolda hep mutsuz hep karamsar düşünceler geçti aklımdan. Kampüse girdiğimde ise ağaçların ve toprağın kokusuyla yavaş yavaş keyfim yerine geldi. Bölüme gitmek için o çirkin binanın içine girdiğimde ise herşeye tekrar başlamak için hazırdım. Artık beni motive eden ne ise orada hemen kendini gösterdi. Bir insanın ruh durumu bu kadar değişken olması ise hayra alamet mi bilmiyorum.

20 Temmuz 2010 Salı

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Fidel

Fidel'e o Nike'ı kim giydirmiş çok merak ediyorum.



Fotoğraflar NTVMSNBC'den.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Mezuniyet



Mezuniyet törenleri ne için yapılır acaba? Öğrencileri ödüllendirmek ve mezun ailelerini gururlandırmak için mi? Yoksa üniversitelerin, işte mezunlarımız bunlar dediği gövde gösterisi olsun diye mi?
Her iki durumda da 3000 kişiyi bir stadyumda oturtup hepsinin adlarını tek tek okuyarak sahnede diplomalarının verilmesi ilgili amaçlara hizmet etmiyor.
Eğer amaç öğrencileri ödüllendirmek ve aileleri gururlandırmak ise her iki paydaş (bu da ABET'in bize kattığı(!) bir deyiş) için de tam bir işkence ve eziyete dönüyor tören. Öğrenciler aileleri ile birlikte olmak, arkadaşları ile sarılmak ve fotoğraf çektirmek isterken cebren ve haksızca yerlerine oturturuluyorlar. Aileler ise tribünden aşağıya indirilmeyerek hevesleri kursaklarında bırakılıyorlar.
Eğer amaç üniversitenin gövde gösterisi ise en temelden özgür düşünceyi, fikrini serbestçe söylemeyi öğrettiğini iddia eden üniversite, öğrencileri marş ile yürütüyor, komut ile oturturuluyor. Nerede kaldı özgür düşünce? Bu mezunlar beyinleri olmadan omurilikleri ile de yapabilirlerdi söz konusu koreografiyi.
Sanırım 3000 kişinin yürü denince yürümesinin, otur denince oturmasının, sus denince susmasının, konuş denince konuşmasının istendiği mezuniyet törenleri sadece düzenleyicilerinin egolarını tatmin etmeye, hırslarını gidermeye yarıyor.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Dünyanın En Yüzeysel İnsanı #1

Dünyanın en yüzeysel insanı diye bir seri yazmaya karar verdim. Bu seride karşılaştığım insanların yüzeysel düşüncelerini ve hayata bakışlarını yazacağım.İşte ilk örneğimiz:

Geçen hafta Nişantaşı'ndaki bir ilköğretim okulunda düzenlenen ALES sınavında görevliydim. Benimle aynı sınıfta görevli olan ve o okulda öğretmenlik yapan gözetmen önce yeni öğretmenlerin ne kadar bencil ve bireyci olduğundan, onlarla yaptığı sendika muhabbetlerinden bahsedip bu öğretmenlerin yetiştireceği öğrencilerden hiçbir şey olmayacağı ve Türkiye'nin değerlerinin (artık onlar nelerse) yakın zamanda tamamen kaybolacağı çıkarımında bulundu. Ben de Türkiye'nin değerleri diye modernliği, toplumsallığı ve sosyalliği kasıtettiğini varsayarak hak verdiğimi belirtici birkaç söz söyledim.

Daha sonra söz döndü dolaştı benim ne işyaptığıma geldi ve "Neden üniveristede kaldın? Büyükşehir belediyesinde iş bulamadın mı ki?" dedi. Kısa ama havadaki su buharını bile çıtır çıtır dondurduğu için uzun hissedilen bir aradan sonra "Hayır. En büyük hayalim akademisyen olmaktı. O yüzden üniversitede kaldım" diye cevapladım. Öğretmen arkadaş da şöyle bir durdu ve artık beni ne kadar yakın hissetiyse "Zaten senin benim gibileri oraya almazlar. Arkanda dayının olması gerekli" diye cevap verdi ve yanımdan uzaklaştı. Şimdi döver misin sabaha mı bırakırsın bu adamı? Öğrenme ile değil de şartlı refleksler ile hareket ettikleri için bu insanların gerçekten beyine ihtiyacı yok. Demek ki sorun sadece yeni nesil öğretmenlerde değil.

Doktora Ne Zaman Biter?


Bir doktora öğrencisine sorulabilecek en talihsiz sorudur. Hele de uzatmaları oynuyorsa. Ya deneyleri sıkışmıştır ya da yazma aşamasında bunalmıştır artık. Size hiç beklemediğinz bir tepki verebilir. Benim de son zamanlardaki durumum bu. Üstüne üstlük rastlantı bu ya farklı farklı insanlar birbirleriyle ilgisiz ortamlarda sordular malum soruyu son zamanlarda bana. İlk soranlar epey esip gürledim. Artık kaderime razı oldum be de “kısmet” diye cevap veriyorum.
Şaka bir yana iş artık iyice ciddiye bindi. Tünel epey kısaldı artık. Karşıda da bir ışık var ama tünelin sonun ışığı ı yoksa karşıdan gelen kamyonun ışığı mı belli değil.
Sürekli yeni yeni merakların çıkması artık sorun yaratmaya başladı hem acele ediyorum hem de marakıma yenik düşüp şunu da deneyim bunu da deneyim diye macun gibi uzatuyorum sonsuz olasılıktaki denemeleri. Artık dizginleri sıkıp ayağa kalmanın zamanı geldi yalnız.

20 Nisan 2010 Salı

Öfke

Son günlerde iyice azalmıştı, durup dururken ortaya çıkan öfke nöbetleri, bir anda patlayıveren kızgınlık hali. Hep, geçmişten gelen kötü bir kareyle başlayıp kalp çarpıntısı ve hızlı soluk alıp vermeyle pik yapıyor, ardında yorgunluk ve ümitsizlik bırakarak sonlanıyordu. Geçen hafta yine hortladı bu nöbet, kendimle ilgili olmayan kötü bir haber karşısında. Üstelik son zamanlarda çok da iyi geçinemediğim ve içten içe kızdığım br arkadaşımın uğradığı ya da uğrayabileceği bir haksızlık üzerine. Kendimle ilgili öfke nöbetleri yetmiyormuş gibi şimdi başkalarıyla ilgili konularda da aynı sıkıntıyı yalıyorum.
Greenberg ve Paivio'nun yazdığı "Working with Emotions in Psychotherapy" adlı kitapta öfkenin genellikle ikincil bir his olduğunu anlatıyor. Öfkenin, o anda oluşan durumla ilgili değil de daha önceden yaşanmış çeşitli olaylar sonucunda gelişen geleceğe dönük korkular tarafından tetiklendiğinden bahsediyor. Örneğin bir evebeyn, çocuğunun yola doğru koşması karşısında öfkelenebilir. Çünkü çocuğunu kaybetmekten korkmaktadır. Öfke, korku ya da benzer hisler sonucu oluşan fiziksel ve duygusal gerilimlerin atılmasına yardımcı olan bir histir demekte yazarlar.Halihazırda hissettiğim öfkeyi ve altında yatan sebepleri birebir açıklıyor buradaki tanımlamalar. Malesef ki bu rahatsız edici durum için bir açıklama yetmiyor. Bu kalp çarpıntılarını durdurmanın ya da oluşan öfkeyi pozitif şekilde kullanmanın yollarını öğrenmek zorundayım.

8 Nisan 2010 Perşembe

Kavaklıdere

Bundan önce benim için Kavaklıdere TRT'nin adresinde yeralan bir semt ismiydi. Meğerse Ankara'nın Elmadağ'ıymış.Taksiyle kalacağım otelin sokağına girdiğimizde ablaları görünce "anam" dedim "nasıl bir otelde kalacağım acaba?". Neyse ki problemsiz atlattık.



 

22 Mart 2010 Pazartesi

Baharın ikili sarmali

Yine bahar geldi kampuse. Toprakla yeşilin oluşturduğu minik ikili sarmaller mitral hücreleri uyarmaya başladı yine. Derin bir nefesle göğüsüme doldurduğum bu sarmaller sadece sevda kederi ve ders geçme kederinden gayrisinin eşiğimizden geçmediği zamanlardan miras bir titremeye yol açtı yine. Lale devri çocuklarıydık tabii biz. Canımız istediğinde sabaha kadar kağıt oynar ya da gecenin bir yarısında hınzırın birinin aklımıza düşürmesiyle çimlerin üzerinde votka eşliğinde muhabbete başlardık. Ve hepberaber ağız dolusu gülerdik. Öyle güzel bir espiriye filan değil, şımarıklığımızdan ya da deliliğimizden de değil. Sırf yaşıyoruz ve baharın ikili sarmallerini göğüsümüze doldurabiliyoruz diye. Bazen bir sessizlik olurdu, sırf mutluluktan yakılan tütünün çıtırtısını duyabilmek için. Öyle gecelerdi ki bunlar yakın bir arkadaşı o saatte votka almaya gönderebilmek uğruna gölette karşı kıyıya yüzme iddasıyla ya da günün ışımasıyla beraber çakırkeyf bir şekilde derse girmenin matraklığını düşünerek bitebilirdi.

20 Mart 2010 Cumartesi

Dere, Tepe, Bayır, Güneş ve Bahar

Dün numune almaya çıktım tezim için. Büyükçekmece Gölü'nün etrafında tam bir tur attık arabayla. Bütün derelere uğradık tek tek. Yakın zamanda şehire tıkılmış olduğumu anladım. Erken bahar havası o kadar iyi geldi ki... Arada bir işi gücü bırakıp insanın kenidsini teslim etmesi gerekiyor sanırım doğanın güzelliklerine. Tabii numune almak demek uzun süreli bir deney sinsilesinin başlangıcı demek. Erken bahardaki bir günlük derin nefes ile bir süre yetinmem gerekecek.

16 Mart 2010 Salı

Ignorance is bliss

Ne yapıyoruz ki biz? Bir beherin içerisine paraları koyup yakıyor muyuz? Çevre kirliliğini değerlendirmek ve önlemek uğruna çevreyi daha da mı kirletiyoruz?
Sanırım parayı verenler böyle bakıyorlar bilim dünyasına. Bilimsel harcamalara ayrılan bütçeleri dağıtmakla yükümlü bilim adamları da sanırım bu şekilde değerlendiriyorlar. Bizler bir beherin içerisine paraları koyup yakıyoruz hergün milyon dolarlık cihazların yanında.
Aslında ne güzel olurdu hiç bilmesek DDT'nin kanserojen olduğunu ya da ne bileyim bazı kimyasalların hormon sistemini bozucu etkilerinin de bulunduğunu. İnsanlar hem bu araştırmalara kaynak ayırmak zorunda kalmazdı hem de neden hasta olduğu, neden öldüğü konusunda kendilerini sıkmazlardı. Ecele bağlanırdı herşey. Kader olurdu kısmet.
Artık olay o seviyeye geldi ki bilim adamları birer dilenciden, oportünist ikiyüzlüden farksızlaşmaya başladılar bilimsel bilgi üretmek uğruna. Zaten yaşamak için kazandıkları azıcık parayı bilgi üretmeye bağlamış insanların burnuna halka geçirmekten başka birşey değildir bugün bütçeleri belirleyenlerin ve dağıtanların yaptıkları.

Kim ne derse desin bilimsel araştırmaya harcanan bütçe sorgusuz olmalıdır. Tabii ki denetim mekanizmaları ve yanlış kullanım sonucu gerekli yaptırımları olmalıdır. Ama kimse neden solvent istediğini ya da neden beher istediğini bir bilim adamına sormamalı. E o zaman çok fazla kaçak olur, kötüye kullanılır diyorsanız zaten bugünkü durum da çok sağlıklı değil. Biryerlerde oturan birileri anlamadıkları konulardaki projelerin bütçelerini onaylıyor ya da onaylamıyorlar. Herşey ahbap-çavuş ilişkisine bağlanmış durumda. Siz bütçeyi dağıtan birimin başını tanıyorsanız ne ala. Eğer tanımıyorsanız en özgün projenizin bile bütçesi zorla ve büyük kesintiler ile onaylanır. Hele bir de komisonyon başı ile zıt gitmişseniz yanlışlıkla, mümkün değil projenize ödenek sağlamanız.
Bahsettiğim tip açık ödeneklerin yalnış kullanımını minimize edecek son derece etkin mekanizmalar mevcut. Tabii bunları kullanmak halkaya bağlı ipi tutanların işine gelmemekte. Herhalde eninde sonunda dürüst birleri gelip bir şekilde düzeltecek bozuklukları. O zamana kadar biz de ellerimizi açıp tevekkülle bekleyeceğiz ödeneklerimizi.

6 Mart 2010 Cumartesi

Balikçi Sabahattin

Dün Aceto'nun aklıma düşürmesiyle akşam soluğu Balıkçı Sabahattin'de aldık. Lavrek marin ve fava muhteşemdi. Klasik roka-domates salatası istedik. Rokalar sanki yeni toplanmış gibi taze, kullandıkları cherry domatesler yazdan kalmaydı. Daha sonra şefin tavsiyesi üzerine adını dahi ilk defa duyduğum dülger tava yedik. Gerçekten çok lezzetliydi. Tadı biraz kalkana benziyor. İçini tamamen çıkarmışlar hazırlarken ve parçalayıp öyle tava yapmışlar. Balığın dış kısmınıda iyice kızartıp hep beraber servis ettileri. Harika bir sunumdu ve iki kişi için meze sonrası çok bile geldi. Bir dahaki sefere midyeli bilavı da denememiz gerektiğine karar vererek çalışanların son derece güler yüzlü olduğu bu temiz ve nezih mekandan son derece memnun ayrıldık.

9 Şubat 2010 Salı

Başlangıç

Aylardır düşünüyorum bu günlüğün ilk yazısının ne olması gerektiğini. Çok önemsiyordum ilk yazıyı. İlki nasıl olursa gerisi de öyle gelir diye düşündüm hep. Birkaç taslak da hazırladım ama bir türlü beğenemedim yazdıklarımı. En sonunda şimdi oturdum içimden ne geliyorsa yazıyorum. Artık bu günlüğün bir başı olmasın ya da ne bileyim başı unutulsun, önemsizleşsin istiyorum.

Sürekli akan bir nehre bir damla boya damlatmış bulunmaktayım. Bundan sonra o boyanın nasıl dağılacağını, nerelere tutunacağını, renk değişitirip değiştirmeyeceğini göreceğiz.