20 Eylül 2010 Pazartesi

The New York Trilogy

Günümüzde İngilizce yazan yazarların kitaplarını orijinal dilinden okuma kararı almıştım birkaç yıl önce. Öncelikli hedefim bizim hergün kullandığımız İngilizce’nin sıkıcı ve monoton bilimsel jargonundan biraz olsun sıyrılıp günlük yaşamda konuşulan ve dolayısıyla yaşayan vedevinen halinin tadını çıkarmaktı. Bu kararı aldıktan sonraki zamanda da bu hedefime varabildiğimi düşünüyorum. Gerçekten, farklı bir kültürün çağdaş yazın ürünlerini takip ederek onun tadına varılabiliyor. Hatta Paul Auster’den sonra Nick Hornby’i ouduğunuz zaman aynı dili konuşan iki farklı toplumun arasında nasıl farklılıklar var çok iyi görebiliyorsunuz. Farklı kültürlerin tadına varabilmek adına benim bulabildiğim tek yöntem şimdilik bu. Farklı bir şey bilen varsa beri gelsin. Burada yazacağım kitaplarda da çağdaş İngiliz ve Amerikalı yazarların kitapları hep İngilizce okunmuş  olacak bilginize.
Paul Auster’in Book of Illusions ve Leviathan’dan sonra okuduğum üçüncü kitabı The New York Trilogy. Adından anlaşılabileceği üzere üç öyküden oluşuyor kitap. Bütün öyküler klasik Paul Auster tekniğiyle yazılmış. Yani temel bir öykü var ve bu öyküyü oluşturan, tamamlayan ve bu öyküye renk katan alt öykücükler bir nehir ve dalları gibi ayrı ayrı noktalardan doğuyor, birleşiyor ve tek bir noktada bitiyorlar. Bu tarz ayrı bir güzellik katıyor Paul Auster’in romanlarına. Bu yüzden midir bilinmez Orhan Pamuk ile Paul Auster’in tarzlarını hep birbirlerine benzetmişimdir.
The New York Trilogy, kaçmanın, kovalamanın, ayrılğın ve birleşmenin kitabı olmuş. Ana karakterlerin belirli bir içgüdü ve dürtü uğrunu bütün herşeyden vazgeçtiklerini görüyor onları bu gözü karalığa iten dürtülerin ne olduğunu anlamak için onların koşuşturmacalarına kendinizi katıyor ve kaptırıyorsunuz. Kitaptaki en çok beğendiğim öykü son öykü olan “The Locked Room”. Sanırım daha fazla karakter tahlili yapıldığı ve dolayısıyla nehrin kolları daha fazla olduğu için onu daha çok beğendim.
Son öyküden altını çizdiklerim:
“undeniable odor of nothingness”  sf. 299.
Sizi bilmem ama bana o havada kalmışlığı, çeksen uzamayan, itsen kısalmayan bir türlü tanımlayamadığımız boşluk hissini inanılmaz derecede iyi anlattı. Ya o anlarda hakikaten farklı bir koku oluyor ya da bu söz sonrası öyle bir koku olduğu düşüncesi bende uyandı. Her iki durumda da son derece etkili.
 “in the end, each life is no more the sum of contingent facts, a chronicle of chance intersections, of flukes, of random events that divulge nothing but their own lack of purpose.” Sf. 217.
“the stories are divorced from any context , which gives them a floating, disembodied quality” sf. 274.
Zaten burada öykü kurma tarzını birer cümle ile öykünün içerisine saklamış :)
Sonuç olarak gerek edebi açıdan gerekse kurgulama açısından çok beğendim. Başyapıt mıdır? Bilemem ona da eleştirmen karar versin.
(Okuduğum kitap faber and faber yayın evi tarafından 1999 yılında basılmış.)

4 yorum:

bilge dedi ki...

merhabalar bloğuma yapmış olduğunuz ziyaret için teşekkür ederim okuduğunuz kitabı okunacaklar listesine aldım..sevgi ve dostlukla..

egemenaydin dedi ki...

Ben çok keyifle okudum. Umarım siz de aynı keyfi alırsınız.

3yedi75 dedi ki...

kendimde olan gel git nedeni anladigim bir yazi oldu
paul auster ve nick hornby seven biri olarak..
ayni dilin ayirdigi ülkeler lafini aklima getirdi.
ingiltere ve amerika ayni dilin ayirdigi bir ülkedir gibi bir laf okumustum bir yerde

egemenaydin dedi ki...

yorumda okuyunca ingiltere ve amerika ayni dilin ayirdigi iki ülke lafı gerçekten tanıdık geldi bana da ama öyle bir söz ya da tanımlama var mıydı hiç hatırlamıyorum.
daha çok kitap yazmak istiyorum ama eski okuduklarıma elimi atıp da yazmaya üşeniyorum ne yalan söyleyeyim. yine de yakında High Fidelity gelecek.